Arkeolojik buluntularla kanıtlanan Habesos adı, antik kentin en eski adıdır. Antik kent tarihte Antiphellos ismi ile anılmıştır. Karia ve Likya Bölgeleri arasındaki bağlantıyı sağlayan yolların kesişme noktasında bulunan Antiphellos, aynı zamanda bir ticaret limanıdır. Makedonya Kralı Büyük İskender'in, Anadolu seferi sırasında, Krallığın egemenliği altına girmiştir. İskender'in genç yaşta ölümünden sonra bölge, Seleukoslar ile Ptolemaioslar arasında el değiştirmiştir.

Antik kent, Roma Dönemi'nde önem kazanmış ve Bizans Dönemi'nde Piskoposluk merkezi olmuştur. Bu dönemde Arap akınlarına uğramış daha sonra Anadolu Selçuklu topraklarına katılarak Andifli adını almıştır. Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılmasını takiben Tekeoğulları Beyliği yönetimi ele geçirmiş ve Osmanlı Devleti ilçeyi Yıldırım Beyazıt zamanında topraklarına katmıştır.


Antik çağlarda, bugün "Teke Yarımadası" olarak bilinen Antalya ile Fethiye körfezleri arasındaki yarımadada yurtlanan Likyalıların, Hitit metinlerinde Lukkalılar olarak adlandırıldıkları ve İ.Ö. 2. binyıl gibi erken bir zamanda güçlü bir ulusal bilince sahip oldukları bilinmektedir. Luwiler ile akraba bu Anadolu halkında "Birlik" kavramı, daha İ.Ö. 15. yüzyıl sonlarında Anadolu halklarının Hititlere karşı kurduğu Assuwa Konfederasyonu'na girişle vardır. Kadeş'te Mısırlılara karşı Hititlerin yanında olmaları, Homeros'un İlyada Destanı'nda Akha Hellenleri'ne karşı Troyalılar'ın yardımına koşmaları, bu bilincin "Anadolu bütünlüğüne" genişleyen somut göstergesidir. İ.Ö. 540 dolaylarında Perslere karşı direnemeyeceklerini görerek, eli silah tutamayan halkını Ksanthos Kalesi'nde toplayıp ateşe verdikleri ve askerlerin son kişiye kadar çarpışarak özgürlük uğruna benzersiz bir kahramanlık destanı yazdıkları Herodot'tan okunur. Bunun kendilerini birliğe taşıyan ulusal dayanışma bilincine dönüşmesi, İ.Ö. 5. yüzyılda Pers ve Atina egemenliğini içlerine sindiremeyişle ve salt bazı kentlerin kendi aralarında birleşmesi biçiminde sürer. Atinalı Sokrates’in İ.Ö. 4. yüzyıl başlarında, "Likyalılara hiçbir zaman hiçbir kimse bey olamadı" demesi de bundandır.

Likyalıların erken tarihlerde Anadolu halklarıyla ve kendi aralarında birleşerek sergiledikleri bu ulusal bilinç, İ.Ö. 2. yüzyılın ilk yarısında resmen kurumsallaşmıştır. Ve sonuçta, özünde Likya kentlerinin ve vatandaşlarının demokratik bir yasa çerçevesi içinde oylama esaslı seçimle yönetilmelerine dayanan 'Likya Birliği' kurulmuştur. Çünkü İ.Ö. 187–168 arası süreçte Rodos’a karşı bağımsızlığı hedefleyen başkaldırı ve ayaklanmalarda tüm ülkeyi saran birlik ve beraberlik ruhu doruğa ulaşmıştır. İ.Ö. 168/67 yılında kazanılan özgürlüğün ardından da bu tarihsel karara varılmıştır. Çağdaş batı yönetimlerine örnek olan bu "birlik" anayasası antik dünyada tektir. İ.Ö. 507'de kurulan ve sözde batı dünyasının ilk demokratik hareketi olan seçmeci ve ayrıcalıkçı Atina Demokrasisi yanında, çoğulcu yapısı ve hakça yönetim biçimiyle gerçek anlamda uygulanan ilk demokrasi olma önemiyle farklıdır. Bu nedenle de Montesquieu'yü çok etkilemiş, 1748'de basılan 'De L'Esprit des Lois' kitabında ünlü Fransız tarihçisi ve filozofu bu yasayı demokrasi bağlamında, "antik dünyanın en mükemmeli" sözleriyle övmüştür. Ve 1787'de Amerika Birleşik Devletler Anayasası'nın biçimlenişinde, özellikle Alexander Hamilton ve James Madison'un konuşmalarıyla, çağdaş bir model öneminde baş etken olmuştur.

Likya Birliği antik çağlarda bilinen ilk ve tek birlik değildir, öncesinde İ.Ö. 8. yüzyılda Anadolu'da "İyon Birliği" ve ardından Yunanistan'da çok sayıda yerel birlikler kurulmuştur. Bunların çoğunda, Akha, Teselya ve Makedonya birlikleri gibi, farklı etnik gruplar bir araya gelmişler ve bir birlik oluşturmuşlardır. Likya Birliğini bunlardan ayıran en önemli ve belirleyici fark, "ulusal" olmasıdır; çünkü birliği oluşturan kentlerin aynı soydan halklar olarak ortak bir tarihi geçmişi ve kültürü vardır. Tarih boyu ödünsüzce sahiplendiği özgürlük uğruna, en son Rodos'a karşı kazanılan bir bağımsızlık savaşı sonucunda kurulmuş bir "Cumhuriyet' gibi algılanmalıdır. Devlet yapısı, antik çağ birlikleri arasında en demokratik olanıdır; çünkü Yunanistan birliklerinin milletvekilleri ve meclis başkanları genelde asker kökenli iken, Likya'da yöneticiler ve milletvekilleri daha çok sivillerden oluşmaktaydı. Atina demokrasisinde başkanlar "ömür boyu" o görevde kalma hakkına sahipken, Likya'da başkanlar bir yıllığına ve her seferinde bir başka kentten seçilmekteydi. Ve de antik çağ birliklerinin hiç birinde kadın üye bulunmazken, Likya Birliği'nde kadınlar olasılıkla meclis başkanı seçilebilmekteydi.

Romalı tarihçi Livius, Patara'yı "Likya Birliği'nin merkezi" olarak tanımlamıştır. 1988'de başlayan Patara kazılarının daha ilk yılında, Tiyatro'nun kuzey karşısında ve yönü doğudaki Agora'ya dönük görkemli kalıntının ancak bir Birlik Meclisi olabileceği savlanmış; 2000 yılında başlanan kazı çalışmalarıyla ortaya çıkan tiyatro benzeri mimarisi ve önündeki revakta ele geçen, değişik kentlerden Lykiarkhların heykelleri için yazılmış, çok sayıda kaide yazıtı ile bu görüşün doğrulandığı düşünülmektedir.

LİKYALILAR

Anlatımlara göre Likyalılardan; "Likyalılar Girit’ten gelmedir. Eskiden Girit’te barbarlar otururdu. Europe’nin oğulları Sarpedon (Likya’nın kahraman Kralı) ve Minos Girit Krallığı için savaşmışlardır. Minos, savaşı kazanınca Sarpedon’u yandaşlarıyla birlikte Girit’ten kovdu. Bunlar Asya’ya Milyas’a geldiler. Bugün Likyalıların oturduğu toprakların adı Milyas idi. Milyaslılar’a Solymler denirdi. Likyalılar Milyas’a geldiklerinde Termil adını taşıyorlardı. Bugün de komşuları onlara Termil (Termilai) der. Ayrıca Hitit’ler Likya’dan “Işığın Ülkesi” diye söz etmektedirler.

Atinalı Pandian oğlu Lykos (Lycos: Yunanca Kurt demektir.) da kardeşi Aigeus tarafından sürülmüş, o da Likya’ya Sarpedon’un yanına gelmiştir. İşte bu Lykos (Lycos) dan kinaye ile Termiller’e Likyalılar denmiştir." şeklinde söz edilmektedir.

İnsanların ölümden sonra da yaşamlarını sürdürdükleri ve bu nedenle de ölümden sonra da yaşamlarındakine uygun bir konut yaptırma inançları birçok kültürde olmasına karşın, hiçbir yerde Anadolu’daki kadar yaygın bir şekilde görülmemektedir. Ölüyü eve benzer bir mezara gömme adeti Anadolu’da İ.Ö. 3. Binin 2. yarısından başlayarak Roma İmparatorluk devrinin sonlarına değin kesilmeksizin sürmüş ve bunun sonucunda da mimari anlamdaki birçok mezar yapısı oluşturulmuştur. Anadolu’da görülen değişik mezar tiplerinden birisi de lahit’tir. Likyalılardan günümüze ulaşan eserlerin başında Likya Kentlerinin bazılarında kayalara oyulmuş mezarlar ile dört bir tarafa serpilmiş Lahitler gelir. Bu Lahitlerin en görkemlisi bugün Kaş (Andifli)’ta Uzun çarşı Caddesinde bulunan ve halk arasında Kral Mezarı olarak adlandırılan Likya Yazılı Anıt Mezardır.(M.Ö.4.yy.) Eser, tek bloktan oluşmuştur ve üzerinde sekiz satırlık Likya dilinde (Bazı kaynaklarda Likçe'de denmektedir.) kitabe vardır.

Günümüze iyi bir konumda gelen ve tek bir bloktan yapılmış olan bu lahdin 1,5 m. uzunluğundaki alt kısmında boncuk motifleri ve sekiz satırlık Likçe bir kitabe vardır. M.Ö. IV. yy.a tarihlenen bu mezarın kitabesi okunamadığından kime ait olduğu anlaşılamamıştır. Bu kaidenin üzerine dikdörtgen prizma şeklindeki anıtın sandukası oturtulmuştur. Kapağın kuzey-batı alınlığında sopasına dayanmış, sağ bacağını sol bacağının üzerine atmış, üzgün görünümlü bir erkek ile bir kadın figürü işlenmiştir.

Güney-doğu alınlığında ise ayakta duran ve uzun bir manto giymiş bir kadın figürü görülmektedir. Ayrıca lahit kapağının her iki yanına da aslan kabartmaları işlenmiştir. Kapağın batı tarafı pencere şeklindedir.


KAŞ’TA TÜRK DÖNEMİ:

Antik kent, Roma Dönemi'nde önem kazanmış ve Bizans Dönemi'nde Piskoposluk merkezi olmuştur. Bu dönemde Arap akınlarına uğramıştır. Türkler XII. yüzyılın daha ilk yarısında yörenin önlerine kadar gelmişler yörede etkili olmaya başlamışlardır. 1148 yılındaki II. Haçlı seferi yazarları Türklerin şehrin yakınlarına kadar geldiklerini halkın bu sebeple verimli tarlaları ekemediklerini yazmışlardır. Türkler 1176 savaşından sonra Diyarı Rum-a kesin olarak yerleşme azminde olduklarını göstermişlerdir.

II. Kılıçaslan 1182 yılında Antalya’yı kuşatmış fakat şehri alamamıştır. III. Kılıçaslan zamanında yeniden denizlere açılma hareketi başlamıştır. Bunun en önemli ispatı 1205 yılında Sparta yöresinin fethidir. Burada adı geçen Spartanın şimdiki Isparta veya Antalya’nın batısındaki Patara olduğu söylenir. Daha sonra Kaş ve çevresi Anadolu Selçuklu topraklarına katılarak Andifli adını almıştır.

Anadolu Selçuklu Devleti'nin zayıfladığı sıralarda XIII. Yüzyılın sonu XIV. Yüzyılın başlarında bu bölge Hamidoğullarının Antalya şubesinin yani Tekeoğullarının eline geçmiştir. Tekeoğulları döneminde bu bölgede imar ve kültürel faaliyetler Selçuklu dönemine göre artış göstermiştir. Tekeoğulları döneminde Antalya ve çevresi bir süre Kıbrıs Krallığının eline geçse de Mehmet Bey (Teke Bey) burayı tekrar almayı başarmıştır.

Bu bölge Osmanlı Devletinin eline Yıldırım Beyazıt zamanında geçmiştir. Zaman zaman Karamanoğulları ve bazı Avrupalı devletlerin saldırılarına uğramış olsa da Anadolu eyaletine bağlanmış ve bu durumunu sonraki dönemlerde de devam ettirmiştir.

------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Şehir Orta Lykia'daki eski Antiphellos kentinin üzerinde kurulduğundan günümüze kadar gelen pek fazla kalıntı yoktur.

Kaş'ta buluşmuş olan iki dilli bir yazıttan, Kaş'ın altındaki kentin Antiphellos olduğu kesin olarak anlaşılmıştır. Ancak Kaş'ın daha eski ismi Habesos'dur.

M.Ö. IV. yy.'da Antiphellos çok küçük bir yerleşim yeri olup biraz yukarısında bulunan Phellos'un limanı idi. Ancak Hellenistik döneme girilirken Phellos gerilemiş, Antipellos ise gelişerek daha ön plana çıkmıştır. Bu durum Roma döneminde de devam etmiş, şehir bölge ormanlarından elde edilen sedir ağacı ticareti ve süngercilik sayesinde gelişerek Phellos'un limanı durumundan çıkmış ve kendine yeten zengin bir şehir durumuna gelmiştir.

Kaş'ın  yakın tarihi

1900-1923
Kaş - Meis: Mübadele Yılları



Kaş ismini bölgenin eski merkezi Kasaba'ya bağlı sahillerin şeklinden alıyor. Hilal şeklindeki sahillerin hemen ortasında göz şeklinde Meis (Kastellórizo) bulunuyor. Kaş ve Meis kaş ve göz gibi birbirinden ayrılamıyor. (Zaten bir yoruma göre Kaş'ın eski ismi olan Andifli de "Meis'in Dostu" olarak biliniyor.*)



İşte tam da buna tezat bir şekilde, Kurtuluş Savaşı'nın ardından imzalanan Lozan Antlaşması'na ek olarak "Türkiye-Yunanistan Nüfus Değişimi" adı altında bir protokol imzalanıyor. Buna göre iki ülke yurttaşlarının din esası üzerine zorunlu göçe tabi tutulması gerekiyor.

Bu mübadele sonucunda Ortodoks Hristiyan Rumlar Anadolu'dan Yunanistan’a; Müslüman Türkler de tam tersi yönde Yunanistan'dan Anadolu'nun çeşitli yerlerine göç etmek zorunda kalıyor.

Türkiye’ye gönderilenler Akdeniz kıyılarını da içine alan pek çok yöreye yerleşiyor.


1912
Bir Meis Macerası:
"Yaban Mahallede 40 Gün"


dcstamps.com

Merhum Mehmet Çukurbağlı Kaş'ta eskiden muhtarlık yapmış I. Dünya Harbi'ni ve İstiklal Harbi'ni görmüş bir Kaşlı. Manifaturacı.

Bizim de bu yazı dizisinde baz aldığımız "Çile Yılları: Anılarda Kaş" kitabında İsmail Sadık'a anlatıyor o yılların Kaş'ını. "Kaş'ta o yıllarda tahsil görmek ne mümkün..." diyor; tek çare bir yolunu bulup Meis'e geçmek oradan da Rodos'a gitmek. Orada yatılı ve ücretsiz bir okul var.

O da aklına koyuyor okumayı ve Kaş'tan o zamanlar günde tek sefer olan bir vapurla, Kosta isminde birinin yardımıyla Meis'e geçiyor. O zamanlar orada herkes kasket takıyor. Kafasında fesle dolaşan sadece 14 yaşındaki Mehmet amca olduğu için birisi yanaşıyor ve "Sen Türk müsün?" diye soruyor. Evet cevabını alınca hemen devam ediyor: "Nereye gidiyorsun?" Mehmet amca utana sıkıla Rodos'a gittiğini, okumak istediğini söylüyor. İyi giyimli bey "Beylik pilavı yiyeceksin demek..." diyor. Okul yatılı ve ücretsiz olduğu için hem okumak hem yemek ücretsiz. Bu yüzden 'beylik pilavı' deniyormuş. Mehmet amca evet deyince hali vakti yerinde olan bu zat "Gitme," diyor. "her şey çok yakında değişecek, çok çile çekersin." Mehmet amca bunu duyunca inanıyor ve vazgeçiyor Rodos'a gitmekten.

Geri dönmek istiyor ancak dönemiyor. Vapur seferlerinin iptal edildiğini öğreniyor. Meis'te hastalık başlamış diye Türk tarafı Meis'ten kimsenin gelmesini istemiyormuş. 14 yaşında, çocuk haliyle orada kalakalıyor. Sonrasında etrafında toplanan diğer çocuklar onunla dalga geçiyor ve fesini alıp denize atıyorlar. Mehmet amca gidip alıyor geçiriyor kafasına tekrar, fesi çok uyduruk olduğu için hemen boyası çıkıyor ve yüzü gözü kırmızı boyaya bulanıyor. Çocuklar, gençler, yaşlılar herkes etrafına toplanıp gülüyorlar. Çok utanıyor bu durumdan.

Sonrasında Mehmet amca Hükümet Konağı'na gidiyor ama umduğunu bir türlü bulamıyor. Kimse Türkçe bilmediği için derdini anlatamıyor. Neden sonra Türkçe konuşan bir kadın geliyor ve içeri alınmasını sağlıyor. Meis kaymakamı tercüman yardımıyla onu dinliyor; yemek ve su veriyor. Ardından adadaki camide bir oda ayarlıyor. İçi rahatlasa da memleketine bu kadar yakın ve bu kadar uzak olmaya alışamıyor. Sonraki günlerde onunla dalga geçen çocuklarla arkadaş oluyor. Evlerine gidiyor, misafir oluyor ama yine de vatanım diyor.

Geçen kırk günün ardından Mehmet amca kendisini adaya getiren Kosta'yı, "1 mecidiye" ücrete ikna ediyor ve onunla birlikte Kaş'a dönüyor. Oğullarına kavuşma ümidini yitiren ailesi çok seviniyor. Kaymakam bir zaptiye gönderiyor ve evinden aldırıyor Mehmet amcayı. Hikâyesini dinledikten sonra gerçeği de anlatıyor. Meis'tekiler Kaş'a ne kadar muhtaç olduklarını anlasınlar diye Türk tarafı çıkarmış hastalık söylentisini. Politika yine kardeş iki memleketi birbirinden ayırıyor. Ta ki 12 Eylül 1980'e kadar.

Mehmet amca diyor ki: "Biz Meis'e bir Yunan adası diye bakmıyoruz ki... orası bizim bir parçamız. Orası bizim bir mahallemiz. Topraklara sınır konulur ama gönüllere değil."


1915
Kaş: "Ölüsü Kandilli Memleket"
Kaş, Çukurbağ, Turkey



Kaş'a eskiden "ölüsü kandilli memleket" denirmiş. Bunun sebebiyse yeni ölülerin baş ucunda 40 gece boyunca fener yakılmasıymış. Buraya kadar her şey biraz garip ama normal diyebileceğimiz sınırlar içerisinde. Asıl tuhaf olan kandilin yakılma nedeni...


Kaş ormanları henüz bunca biçilmemişken bu bölgede sırtlan (evet, Afrika'da yaşayan) çakal, kurt, ayı gibi hayvanlar bolca yaşıyorlarmış. Eğer ölülerin başına bu hayvanları ürkütecek fenerler konulmazsa, çakallar, sırtlanlar mezarları açıp yeni mevtaları yiyorlarmış. İşte Kaş'a ölüsü kandilli memleket deniyor olmasının nedeni buymuş.


1908 - 1965
Binyılların Mirası: Kaş'ın Olmayan Suyu



Cumhuriyet öncesinde ve cumhuriyetin ilk yıllarında Kaş'ın en büyük sorunlarından biri su sorunuydu. Bölgenin dağlarla çevrili olması her ne kadar buranın doğal güzelliklerinin korunmasına yardımcı olsa da, aynı zamanda üzerinde çalışılması zor şartları da beraberinde getiriyor.

Su, Kaş sahil kısmına ilk kez 1908 yılında Pınarbaşı'ndan geliyor. Ancak suyun kireç oranı çok yüksek. Sürekli borular tıkanıyor; arızalar meydana geliyor. Dolayısıyla sürekli kesintiler gerçekleşiyor.

Burada bir ara not olarak Kaş Zabıta Müdürü Mustafa Atılgan'la yaptığımız görüşme sırasında su ve kanalizasyon sistemiyle ilgili anlattıklarına değinmekte fayda var.

"Kaş çevresinde yaşayan Türkler daha fazla yörük (göçebe) bir kültürden geliyor, dolayısıyla zanaatkârlık, ustalık bilgileri az" diyor Mustafa Bey ve ekliyor, "Mübadele yılları sonrasında İtalyanların ve Rumların burayı terk etmesi bölgede çok ciddi bir yapısal soruna yol açmış. İnşaat işleri, müteahhitlik vb. gibi iş kolları bir anda yok olmuş. Dolayısıyla burada yerleşik hayata geçen Türkler bu işleri de öğrenmek zorunda kalmışlar." Haliyle bu da zaman almış.

Pınarbaşı'ndan gelen suyla ilgili de bu zorluklar yaşanmış olacak ki yine İtalyan müteahhitler gelip onarımını yapmışlar. Yıllar sonra da kireç oranı çok yüksek olduğu için bu suyun içme suyu olarak kullanılmaması gerektiği ortaya çıkmış.

Neden sonra 1965 yılında bölgeye çok ciddi bir ıslah çalışması yapılmış ve Gömbe'den su getirilmiş. Bu suyla ilgili de yine hem inşa aşamasında hem de sonrasında, çetin coğrafi şartlardan dolayı çok sorun yaşanmış.

Bugün iki farklı su kaynağından Kaş'a ve çevre köylerine su geliyor. Kanalizasyon sistemiyse halen Likyalıların, Rumların ve üstüne Türklerin yaptığı tümleşik bir altyapı üzerinde çalışıyor.


1932
Kaş'ın Yol Sorunu: "Aha Şu Dağların Ardı..."



Kaş'ın en önemli sorunlarından biri her zaman ulaşımdı. Şehir çepeçevre saran dağlar ve deniz, buraya ulaşımı binyıllardır çok zorlu bir yolculuğu çevirirdi.

Günümüzde bu sorun Kaş'ın bölgenin diğer beldelerine görece daha bakir kalmasına yol açmış olsa da, erken cumhuriyet döneminde bölge halkının en büyük problemi hala ulaşımdı:
1932 yılına kadar Kaş'a gelen herhangi bir yol bulunmuyordu.

Sadece dağ yolları ve patikalar vardı, bunlar da sadece katır ve ekseriyetle develerle ulaşım sağlanabilen yollardı. İlk yol yapım çalışmaları bölge halkının Kasaba nahiyesi yakınlarında bulunan Karadağ köyünden Finike'ye ulaşma çabalarıyla başlıyor. Ancak çetin coğrafi şartlar, kazma ve küreklerini alıp yol yapmaya çalışan bölge halkına izin vermiyor. Daha sonra aynı şekilde yine halkın çabalarıyla Gömbe yolu işleniyor.


Mavi Bar Henüz Ambar Olarak Kullanılırken

Devlet daha sonra alakadar oluyor ve Elmalı / Korkuteli yolları yapılıyor. Bu yol Kaş'a gelen ilk motorlu taşıtları da beraberinde getiriyor. Bundan önce Antalya'ya ancak deniz yolu ile ulaşılabiliyorlar. O da ancak birkaç gün içerisinde.



Bu süreçte bölgede hükûmet hekimi var ancak o da sadece belirli vakalara müdahale edebiliyor. Dolayısıyla ciddi bir rahatsızlığı olan kişiler eğer yetiştirilebilirlerse Fethiye ve Antalya'ya deve ve katır sırtında taşınıyorlarmış. Çoğu kez de yetiştirilemeyerek çetin dağ yollarında canlarını veriyorlarmış.

Kaş'ın bugün bilinen sahil yollarının yapılması da 1970'li yılların başında gerçekleşiyor. Kaş - Fethiye yolu ve Kaş - Finike bağlantı yollarının yapılması sonucu bölgenin ulaşım sorunu da çözülüyor.


1946
Denize "Mahkûm" Hayatlar



Yollar yapılana kadar bölgenin en önemli ulaşım kaynağı haftada üç kez gelen vapurlar. Bu vapurlar Kaş'tan İzmir'e oradan da İstanbul'a gitmeyi mümkün kılıyorlarmış. Bu yolculuk ziraat emeklisi Mehmet Ali Yılmaz'ın anlattığına göre ancak bir haftada tamamlanabiliyormuş.

Bunun dışında Kaş'ın dağlık bölgedeki sert hava şartlarından dolayı bölgeye sebze, ekin gelişi de zorlaşıyormuş. Dolayısıyla bölgenin besin ihtiyacı Meis hinterlandından gelen küçük motorlarla karşılanıyormuş.


1944 - 1952
Kaş'ta Aydınlık Geceler: Elektriğin Gelişi



Bölgeye elektriğin gelişi jeneratörlerle mümkün olmuş.

Bundan önce Kaş'ın geceleri tamamen karanlıkmış. Kaş'ın merhum eski Belediye Başkanı Nevzat Göçmen'in anlattığına göre; o dönemde geceleri halkın en büyük problemi bu kasvetli karanlıkmış. Özellikle günler kısaldığında uzun geceler Kaş halkına buraları dar ediyormuş.

Gaz çok pahalı olduğu için gazlı fenerler yerine zeytinyağıyla çalışan fenerlerle yolların bir kısmı aydınlatılıyormuş ama onlar da ancak kendini aydınlatan kandillerden ibaretmiş.

Kaş'a ilk elektriği, 1944 yılında bir gazojen motoru ile sağlanıyor. Buranın makine kullanımını bilen ilk ve zamanının tek sakini olan Süleyman Yıldırım sayesinde oluyor bu da.



Bölgede bolca odun kömürü bulunmasını bir fırsat olarak gören Süleyman Bey, odun kömürüyle çalışan bir gazojen motoru vasıtasıyla bugünkü Cumhuriyet Meydanı ve çevresine elektrik veriyor. Bu sayede sadece Elmalı'da yapılabilen un öğütme işi burada da yapılmaya başlıyor. Etrafındaki hane halkına da ampul başı 5 lira karşılığında elektrik dağıtılıyor.

1952 yılında hükûmetin tahsis ettiği Skoda marka 65 beygirlik bir jeneratörle Kaş'ın karanlık geceleri bir anlamda son buluyor.


1947
Kaş'ın İlk "Oteli"



Yine Kaş'ın merhum eski Belediye Başkanı Nevzat Göçmen'in anlattığına göre, Kaş'ın ilk oteli aslında tam olarak bir otel değil bir han. Bakkal Hidayet Özden'in yine kendisinin işlettiği hanın altı ahır üstüyse birkaç yataklı bir han olarak kullanılıyormuş.


Ilk Restoran "Eris Restoran"

Ahır her ne kadar soğuk kış geceleri aynı zamanda bir kalorifer vazifesi görüyor olsa da otelin kokusunu hiç de iç açıcı kılmıyormuş.


küçük çakıl plajı ..

Burada genel olarak çevre köy ve kasabalardan gelen köylüler kalırmış. Zaten çok yorgun ve alışkın oldukları için de bu koku onlar için çok sorun teşkil etmiyormuş. Zaten kokudan rahatsız olanların da yapacakları çok bir şey yokmuş.

Kalacak bir tane yer var zira...



Kaş, Doğruyol Caddesi, Turkey

Kaynak: line.do


1960'li yillar


1970


1980